İntihar
İntihar
Tüm ölümlerin % 0.4-0.9 unu oluşturan intihar (öz kıyım) davranışı kişiyi ve çevresini etkilemesi yanında , sonraki nesiller ve toplum üzerindeki etkileri nedeniyle büyük bir toplumsal sorundur. Tüm dünya çapında her gün yaklaşık bin kişi öz kıyım gerçekleştirmektedir. Erkeklerin kadınlardan daha çok intiharı gerçekleştirdiği saptanmıştır. Sonuçlara göre erkeklerde 2-7 kat daha fazla öz kıyıma rastlanmıştır. Erkekler daha şiddetli metotlar (asılma, kendini silahla vurma gibi) yeğlerken, kadınların ilaç ve boğulmayı seçtikleri gözlenmiştir. Etnik gruplar ve azınlık konumunda olanlar birbirlerine daha bağlı olduklarından daha az öz kıyıma yönelirken, göçmenler henüz ortama alışamadıkları için daha yüksek oranlara sahiptirler.
Acı ve düşündürücü olan şey, kişinin bu eylem öncesinde kendisi için olası ağırlaşan tehlikeyi fark etmesi ve bunu kendi beden dili ya da sözel ifadesiyle açıklamasıdır. Bazı vakalarda birey ‘ beni tek başıma bırakmayın, çocuklarıma ya da kendime bir şey yapmaktan korkuyorum’ seklinde uyarı mesajları verebilmekte, pencere kenarları, ecza dolaplarının bulunduğu mekanlara yakın durabilmekte, değerli ve kendince manevi değeri olan şeyleri çevresindekilere verebilmekte, artan yoğunlukta hayatın anlamsızlığından bahsedebilmekte ve tehlikeli eylemleri birer birer deneyebilmektedir. ‘ Selvi gibi ümitler birer iğdeye dönmüş’, intihar dışında yapacak hiçbir şey kalmadığı düşüncesi bilince hakim olmuş, yaşanan her saatin acı , günah ve sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki yaklaşımlar çoğu öz kıyım durumunda görülebilmektedir. Ancak buna rağmen bazı durumlarda gereken adımlar atılamayabilmektedir.
Kişi intiharı sorunlarını giderici, çare bulamadığı acılarını dindirmeye yarayan, katlanamayacağı sonuçları yaşamamasını sağlayıp, daha önce bulamadığı huzur ortamını getirecek bir çözüm olarak görür. Bireyde olum, mezara konmak ve hayata son vermenin sonrasına ait düşünceler bulunmamaktadır.
İntihar girişimlerinde bulunan kişilerin kendilerini ezen, görmemezlikten gelen, kendileri ile ilgili istek, karar ve seçimlerine kulak vermeyen ebeveynlerden; güvenlerini sarsan, kendilerini yüzüstü bırakan arkadaşlardan bahsettikleri gözlenmiştir. Bu durumdaki kişiler kendilerini işe yaramaz, kullanılmış, günahkar , cezalandırılmayı hak etmiş kişiler olarak görebilmektedirler. Bireyler kendilerinin görüş ve duygularının ,daha doğrusu kişiliklerinin değiştiğini görebilmekte ve aklini kaybetme, kendi denetimlerini kaybetme gibi korkular yasayabilmekte ‘o ben gitti ,başka bir ben geldi kendimi tanıyamıyorum’ seklinde konuşabilmektedirler.
Genel olarak intihar davranışlarında ölmek düşüncesi yanında daha iyi şartlarda yasamak yolunda bir kararsızlık ta bulunabilmektedir. Bu nedenle yüksek bir yerden atlamadan önce beklenmekte olduğu düşünülmektedir.
Kişinin kendini topluma ait , onun bir parçası olarak görmesi, çevresinin kendinin arkasında olduğu, sorumluluğu altında onun yardımına muhtaç kişilerin olduğu , bu eylemin günah olduğu düşüncesi, kendine maddi ya da manevi olarak destekçi güçlerin bulunduğu inancı öz kıyımların önüne geçebilmektedir.
İNTİHARIN PSİKOLOJİK NEDENLERİ
İntihar, özellikle yüzyılımızda, psikiyatristlerin ve psikologların ilgilendikleri en önemli konulardan biri durumuna gelmiştir. Bu alanlarda konu ile ilgilenenler intiharı kişinin bir sorunu olarak ele almışlar ve toplumsal koşullara gereken önemi vermemişlerdir.
Psikiyatrist ve psikologlar, sosyolojik açıklamaları eleştirerek, Neden şu kişi değil de, bu kişi intihar ediyor? sorusuna kişilerin psikolojik yapılarına inerek cevap aramışlardır. Bu tür görüşler birçok yönden eksiklik göstermelerine rağmen, yine de intiharın nedenlerini açıklayabilmede önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Psikiyatri ve psikolojinin nerede ayrıldıkları, bu iki bilimin farklılığı tam olarak belirlenememektedir. Birbiri içine geçen bu tür görüşleri ayırabilmek güç olduğu için iki bilim dalının görüşleri de tek bir başlık altında toplanmıştır. Önce kısaca psikiyatrinin bakış açısına değinilecek ve daha sonra ise psikoloji alanında geçerlilikleri hala tartışma konusu olan bazı teoriler üzerinde durulacaktır.
Psikiyatrinin intihar olgusu karşısındaki tutumu oldukça ilginçtir. Bu tutum, çok uzun bir süre boyunca intihar problemini herhangi bir akıl hastalığı teşhisi koyarak halletme gibi kestirme olmuştur.
Ruhsal bozukluğu olan hastalarda kendi canlarına kıyma olaylarına oldukça sık rastlanır. Bu verilerden hareket eden psikiyatristler her intihar olayına bir akıl hastalığı damgası vurmak ve sorunu akıl hastahanelerinin içerisinde halletme eğiliminde olmuşlardır. Oysa, istatistikler delilikle intihar arasında zorunlu bir bağ olmadığını, ikisinin de frekanslarının hiç uyuşmayan değişiklikler gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Bazı akıl hastalarının bilinçsizce canlarına kıymalarını intihar olarak ele alamayacağımız gerçeği bir yana; günlük hayatta normal olarak kabul edilen kişilerin intihar oranları yanında, akıl hastalarının sözde intihar oranı önemsenmeyecek kadar küçük bir yüzde teşkil etmektedir.
Günümüzde bile psikiyari bu eğilimini korumaktadır. İntihar eden bir kişi amok sendromu, histerik kişilik, affektif psikoz, psikotik depresif ve manik depresif psikoz, yaşdönümü depresyonu vb. gibi hastalıklardan birine sokulmaktadır. Bunların gerçeklik payları olduğu inkar edilemez; ancak bu kişilik yapılarının oluşmasında kişinin ailesinin, çevresinin ve toplumun önemli payı vardır ve bunları dikkate almadan intiharın nedenlerini açıklamak imkansız olmaktadır.
Bourdin ve Esquirol gibi Fransız psikiyatristleri intiharı patolojik bir olay sayarlar. Esquirol’a göre, intihar eden kişi bu davranışı aşırı bir hezeyan halindeyken yapar. Fakat intiharı delilik olarak ele alan bu görüşün ömrü fazla uzun olmamıştır.
Daha sonraki yıllarda intiharı psikopatolojik yoldan açıklamaya çalışan Delmas, sosyolojik teorileri reddederek, intiharda önemli olan noktanın insandaki ölüm isteği ve iradesi olduğunu söyleyerek intihar determinizminin tamamen kişisel bir determinizm olduğunu söylemiştir. Kişi yaşamak mümkünken ölümü seçer demektedir. Sözde intiharları bir yana bırakan Delmas’a göre gerçek intiharın nedeni üç değişik halde belirir:
1. Çöküntü halleri ya da melankoli nöbetleri,
2. Kronik, devamlı çöküntü halleri ya da yapıdan ileri gelen çöküntü halleri,
3. Yapıdan ileri gelen aşırı heyecanlılıktaki son dönemler.
Delmas’a göre intiharlarda %90 oranında kronik çöküntü halleri yahut yapıdan ileri gelen çöküntü halleri neden olmaktadır. Sıkıntı (anxiete) halinin bir dereceden sonra intihar için yeter sebep olduğunu ileri süren Delmas, dış nedenlere ve sosyal faktörlere aşırı heyecan hallerinde bir şok etkisi yapmasıyla intihara neden olduğu ölçüde önem verir. Başlangıçta intiharı tamamıyla psikolojik açıdan incelemeye çalışan Delmas, sonunda bu işi tümüyle yapıya bağlar; biyolojik bir sorun haline getirir. Delmas’ın teorisi sonradan birçokları tarafından eleştirilmiştir; ancak onun en önemli katkısı gerçek intiharı diğer türlerinden ayırması olmuştur.
Psikoloji alanında intihar konusu ile yakından ilgilenen teoriler, daha çok psikanalätik teorilerdir. Bu teorilerin öncüsü ve en çok tanınanı Freud’un teorisidir. Freud intiharın tam bir açıklamasının hiçbir yolla yapılamayacağını belirtir. Bundan dolayı, Freud ve onu takip edenler, sadece intihara zemin hazırlayan psişik durumları ortaya koymaya çalışmışlardır.
Freud intiharı saldırganlık olarak ele alır. Çöküntü halinin dinamiklerini ortaya çıkarmak amacıyla intiharın açıklamasını denemiştir. Freud’a göre kişilik üç tabakadan oluşur:
İd kişiliğin temel sistemidir; kalıtımsal olarak gelen, içgüdüleri de içeren ve doğuştan varolan psikolojik gizilgüçlerin tümüdür. Enerjisini bedensel süreçlerden alan id, fazla enerji birikimine katlanmaz. Böyle bir durum ortaya çıkarsa organizmada gerilim yaratır. Cinsiyet, kendini koruma, saldırganlık gibi içgüdülerin de bulunduğu id’e, Freud “gerçek ruhsal varlık” demiştir. Ego ve süperego id’den ayrılarak gelişir. Ego, psişenin en önemli kısmıdır, çocuklukta yavaş yavaş idden ayrılarak gelişir ve kişiliği oluşturur. Dış dünya ile ilişki kuran, bilince gelen duyuşları, izlenimleri birbirlerine bağlayan bu kısımdır. Süperego ise, çocuğa anababası tarafından aktarılan, ödül ve ceza uygulamalarıyla pekiştirilen geleneksel değerlerin temsilcisidir. Egodan ayrılan bu kısım, id ve egoyu kendi istediği düzene yöneltme eğilimindedir. Süperego sadece terbiye edenlerin damgasını taşımakla kalmaz, ayrıca sosyal ve kollektif bir özü de vardır.
Normal bir insanda kişiliğin bu üç öğesi birlikte, düzen içinde işler; ego bu düzenlemeyi sağlar. İç çatışmaysa bu üç öğenin arasında bir çatışma olmasıdır. İdin arzularına karşı koyan ego bir yandan da süperegoya uymak ve ona hesap vermek zorundadır. Yani, bir yandan idin isteklerine uyarak baştan çıkarılmak, öte yandan süperegonun ahlâk kurallarıyla tehdit edilmiş olmak her insanda bir iç çatışma yaratabilir. Eğer kişi normalse çatışma bilinçte olur ve ego durumu kontrol edebilir. Eğer çatışma bilinç dışında oluyorsa, durum egonun kontrolünden çıkar ve nevroz başgösterir.
Tehlike karşısındaki iç çatışmada bazen tehlike gerçektir ve kişinin dışındadır. Böyle bir tehlike karşısında insanın içinde bir atılım belirir; kendini savunmayı dener. Tehlike gerçek bir engelden geliyorsa, insa saldırıcı kuvvetlerini bu tehlikeye karşı çevirir ya da ondan kaçma yolunu tutar. Ancak, savunma olanaksızsa ve bertaraf edemeyeceği bir tehlikeyle karşı karşıyaysa, acıdan kurtulmanın başka bir yolu olmadığını görünce bilerek, isteyerek kendini öldürebilir.
Bir tehlike karşısında bütün canlılar gibi, insanın da yapacağı şey kendini korumak ya da tehlikeden kaçmaktır. Bu kaçma iki şekilde olur: biri tehlikeden uzaklaşarak kaçmak, diğeri ise kendini tehlikenin içine atarak. Nevrozlu bir kişi ise tehlikeyi açıkça göremez ve yorumlayamaz. İki zıt kutup arasında bocalar ve zıt isteklerden istemediğine doğru sürüklenir. Böylece ölüm, yani intihar meydana gelir. Ölüm korkusundan azap duyan ve çaresiz hastalıklara yakalananların, bu korkudan kurtulmak için kendilerini öldürdükleri gibi.
Freud, “gerçek ruhsal varlık” dediği id üzerinde görüşlerini yoğunlaştırır. Ona göre her organizmada cinsiyet ve kendini koruma içgüdülerinden oluşan “yaşam içgüdüsü” ve buna karşılık da “ölüm içgüdüsü” vardır. Her organizmada biri yapıc diğeri yıkıcı olmak üzere iki faaliyet vardır. “Yaşamın düşünülmeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemiyeceğimiz bir biçimde cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, varsayımımıza göre amacı, yaşamı bir kez daha yokederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde varsayımımızdaki kendini yıkma dürtüsünü de bulursak, o zaman bu dürtüyü her türlü canlı sürecin içinde bulunan ölüm içgüdüsünün belirtisi olarak kabul edebiliriz.”.
Buna göre, cansız maddeden gelen hayat, yine cansız organik olmayan maddeye dönme eğilimi gösterir; ki buna Freud, ölüm içgüdüleri adını vermiştir.
Freud’a göre, yaşama ve ölüm içgüdüleri devamlı olarak birbirleriyle savaşırlar. “İnsan ölüm ve yaşam içgüdülerinin birbirlerine karşı savaştıkları bir alandan öte bir şey değildir.”. Bu iki farklı içgüdü her insanda bulunur.
Ölüm içdüdüsünün en önemli türevi saldırganlık içgüdüsüdür. Freud’a göre bu, insanın kendine yönelik olan yıkıcı eğilimlerinden kaynaklanır. Çoğu insanda bu içgüdü yaşam içgüdüsü tarafından engellenir. Bu iki içgüdü birbiri tarafından engellendiği gibi, birbirlerinin yerine de geçebilirler. Sevgi nefretin, nefret sevginin yerini alabilir. Kişi sevdiği şeyden nefret edebilir. Onu özdeşleştirdiği için kendini yokederek onu da yokedeceğine inanır.
Freud daha çok içgüdülerle ilgilendiği için, daha sonra birçok takipçisi tarafından eleştirilmiştir. Gerçekten de, biyolojik ögelere gerekenden çok önem veren Freud, sosyal faktörleri hiç dikkate almamaktadır. Oysa, insanı diğer canlılardan farklı kılan en büyük özelliği, onun psikososyal bir varlık olmasıdır.
Erich Fromm, Freud’daki yaşam ve ölüm içgüdülerine benzer bir şekilde, “yaşam sevgisi” ve "ölüm sevgisi”nden sözeder. Bunlardan hangisinin ağır basarak insan davranışını belirlediğini araştırır. Ona göre, yaşam ve ölüm severlik, Freud’un dediği gibi doğuştan kazanılmış ve yokedilemez değildir. İnsanların büyük bir çoğunluğu ölüm sever değildir, ama özellikle bunalım dönemlerinde umutsuz ölüm severlerden etkilenirler.
Katlanılmayan bir duygudan kurtulma zorunluluğu o derece kuvvetlidir ki, kişi uydurma bir çözüm yolunun dışında bir çözüm yolu bulmayı başaramamaktadır. “Eğer başka kişiler herhangi bir sebeple bir kişinin tahripkârlık objesi olamıyorlarsa, o kişinin kendi benliği derhal tahripkârlık objesi haline gelivermektedir. Bu belli dereceye ulaştığında intihara bile girişim edilmektedir.”
Marx’ın yabancılaşma kuramından etkilenen Fromm’a göre, insan kendini etkin bir şekilde diğer kişilere ve doğaya bağlayamazsa kendini yitirir, güdüleri de insan niteliğinden çıkar; sakatlanmış bir yaratık olur.
Fromm’a göre batı toplumlarındaki intiharların çokluğu, sürüye uyumdaki başarısızlığın nisbi belirtisidir. İnsanoğlu hem ilerlemeyi hem de mutluluğu birarada gerçekteştiremez diyen Fromm, gelecekte intiharların artacağını vurgulamakta, ancak belli ölçüde de kaderciliğe varmaktadır.
Bir diğer ünlü psikanalist de Karl Menninger’dir. Menninger daha çok Freud’un temel fikirlerinin ayrıntılarını açıklamaya girişmiştir.
Menninger’e göre intiharın üç bileşeni vardır ve bunların hepsi her intihar olayında değişen oranlarda yeralırlar:
1) Öldürmek İstemek: Saldırı, suçlama, ayıplama, imha,
2) Öldürülmüş Olmak İstemek: İtaat, mazoşizm, kendini ayıplama, kendini suçlama,
3) Ölmek İstemek: Umutsuzluk, korku, yorgunluk,
İntiharda öncelikle adam öldürme istekleri belirir. Bu, ya kendisi ya da başkası hakkında açık bir şekil alabilir. İntihar eden kişi bu istekleri açıktan açığa kendine karşı çevirip, kendini öldürmeye kalkar. Fakat asıl mesele ölümü istemektir, ancak o zaman kişi intiharı başarı ile sonuçlandırabilir.
Menninger’e göre yaşın ilerlemesiyle öldürmek istemek ve öldürülmüş olmak istemek azalır, ölmek istemek ise artar. Genç yaşlarda girişimlerin çoğunluğuna işaret eden Menninger’e göre, bunlar gerçekten ölmek istememektedirler. Bunlarda önemli olan etken insanlararası ilişkilerdir. Yaşlılarda ise gerçek intihar oranının arttığına işaret ederken de, bu yaşlıların ölümü gerçekten istediklerini ve insan-içi güdülerin önemli olduğunu vurgular.
Menninger’in intihar hakkındaki görüşü, özellikle intihar girişimlerinin açıklanmasında önemlidir.
Freud’un çağdaşı olan Alfred Adler intihara kalkışan bireyi, “kendisine zarar verme hayalleri görerek ya da kendine zarar vererek başkalarını inciten insan” olarak tarif eder. Saldırının aslında kimse yönelik olduğu, olaydan en çok kimin üzüldüğünü görmekle kolayca anlaşılabilir. İntiharcı kendini aşırı düşünen insandır, başkalarını az düşünür, yaşamaya ve ölmeye yetenekli değildir.
Adler’e göre -Freud’un aksine- kişiliğin merkezi bilinçtir. İnsan bilinçli bir varlıktır ve davranışlarının nedenlerinin, eksikliklerinin, ulaşmak istediği amaçların neler olduğunun bilincindedir.
İnsan doğanın güçlerine ve hatta bazı hayvan türlerine oranla zayıf bir varlıktır. Dolayısıyla har insanın varoluşunda bir eksiklik duygusu bulunur; bu ise evrenseldir. Bu duygu bireyi güdüleyen bir güç olarak bireyin eyleme geçmesini sağlar.
Adler, “intiharın, ancak yeterli toplumsal ilgisi olmayan bir insanın acil bir sorunla karşılaşması halinde ortaya çıkabileceği”ni belirtiyor. İnsanların toplumsal ilgilerinin sonuna varmaları, zaten tüm başarısızlıkların ortak noktasıdır. Bunlar aşagılık karmaşasının büyğmesinden kaynaklanır. Ona göre aşagılık karmaşası çocuklukta aile içinde oluştuğunu vurgular. İntiharcı tipler çocukluklarında aşırı duyarlı ve şımarık tiplerdir. Güç hayat durumlarıyla karşılaştıklarında, psikolojik acı nedeniyle çökme, yıkılma eğilimleri vardır.
Sainsbury de, Adler gibi, toplumdan kopma duygusunun intiharların oluşumunda en önemli etken olduğu kanısına varmıştır.
Freud’un diğer bir çağdaşı olan Carl Gustav Jung Freud’daki kişisel bilinçdışından daha etkili olduğunu savunduğu “kollektif (ırksal) bilinçdışı” üzerinde ısrarla durur. Kollektif bilinçdışı bazı hallerde id ve egoyu gölgede bırakarak etkili olabilir. Jung’un kollektif bilinçdışı dediği şey ise, insan soyunun yüzyıllar boyu kalıtımsal olarak getirdiği bir yapıdır. Ona göre, belki de her ırkta intiharların görülmesinin nedeni bu olabilir.
İnsanın daima sükuneti araması, ezeli bir ahengi bütün velveleye tercih etmesi, ölüme karşı olan arzusundandır. İnsanlık geliştikçe kişinin saldırıları kendine yönelmektedir. Adam öldürme suçlarının insanlık tarihinin başlangıç devrelerinde çok olmasını ve gittikçe azalmasını, buna karşılık intiharların aksi yönde gelişmesini, Jung kişiliğin ve dolayısıyla kollektif bilincin gelişmesine bağlamaktadır.
Jung’a göre intiharlar aktif veya pasif, planlı veya plansız (dürtülü), ilgi çekmek için veya samimi olabilir. Aktif intihar ölümü planlar; pasif intihar ise kendini ölüm yoluna koyar.
Bahsedilen tüm bu görüşler, kişiliğin belirli bir bölümünü ele alarak, bunun diğer bölümler üzerindeki etkisiyle ilgilenmişler ve sadece kişiye ağırlık vermişlerdir. Oysa kişi toplumda yaşar, toplum tarafından yaratılır, şekillendirilir ve neler yapacağı belirlenir. Bundan dolayı toplumsal faktörleri gözarde eden tüm görüşler belli ölçüde doğru bile olsalar yine de eksik ve yetersiz kalırlar.
Acı ve düşündürücü olan şey, kişinin bu eylem öncesinde kendisi için olası ağırlaşan tehlikeyi fark etmesi ve bunu kendi beden dili ya da sözel ifadesiyle açıklamasıdır. Bazı vakalarda birey ‘ beni tek başıma bırakmayın, çocuklarıma ya da kendime bir şey yapmaktan korkuyorum’ seklinde uyarı mesajları verebilmekte, pencere kenarları, ecza dolaplarının bulunduğu mekanlara yakın durabilmekte, değerli ve kendince manevi değeri olan şeyleri çevresindekilere verebilmekte, artan yoğunlukta hayatın anlamsızlığından bahsedebilmekte ve tehlikeli eylemleri birer birer deneyebilmektedir. ‘ Selvi gibi ümitler birer iğdeye dönmüş’, intihar dışında yapacak hiçbir şey kalmadığı düşüncesi bilince hakim olmuş, yaşanan her saatin acı , günah ve sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki yaklaşımlar çoğu öz kıyım durumunda görülebilmektedir. Ancak buna rağmen bazı durumlarda gereken adımlar atılamayabilmektedir.
Kişi intiharı sorunlarını giderici, çare bulamadığı acılarını dindirmeye yarayan, katlanamayacağı sonuçları yaşamamasını sağlayıp, daha önce bulamadığı huzur ortamını getirecek bir çözüm olarak görür. Bireyde olum, mezara konmak ve hayata son vermenin sonrasına ait düşünceler bulunmamaktadır.
İntihar girişimlerinde bulunan kişilerin kendilerini ezen, görmemezlikten gelen, kendileri ile ilgili istek, karar ve seçimlerine kulak vermeyen ebeveynlerden; güvenlerini sarsan, kendilerini yüzüstü bırakan arkadaşlardan bahsettikleri gözlenmiştir. Bu durumdaki kişiler kendilerini işe yaramaz, kullanılmış, günahkar , cezalandırılmayı hak etmiş kişiler olarak görebilmektedirler. Bireyler kendilerinin görüş ve duygularının ,daha doğrusu kişiliklerinin değiştiğini görebilmekte ve aklini kaybetme, kendi denetimlerini kaybetme gibi korkular yasayabilmekte ‘o ben gitti ,başka bir ben geldi kendimi tanıyamıyorum’ seklinde konuşabilmektedirler.
Genel olarak intihar davranışlarında ölmek düşüncesi yanında daha iyi şartlarda yasamak yolunda bir kararsızlık ta bulunabilmektedir. Bu nedenle yüksek bir yerden atlamadan önce beklenmekte olduğu düşünülmektedir.
Kişinin kendini topluma ait , onun bir parçası olarak görmesi, çevresinin kendinin arkasında olduğu, sorumluluğu altında onun yardımına muhtaç kişilerin olduğu , bu eylemin günah olduğu düşüncesi, kendine maddi ya da manevi olarak destekçi güçlerin bulunduğu inancı öz kıyımların önüne geçebilmektedir.
İNTİHARIN PSİKOLOJİK NEDENLERİ
İntihar, özellikle yüzyılımızda, psikiyatristlerin ve psikologların ilgilendikleri en önemli konulardan biri durumuna gelmiştir. Bu alanlarda konu ile ilgilenenler intiharı kişinin bir sorunu olarak ele almışlar ve toplumsal koşullara gereken önemi vermemişlerdir.
Psikiyatrist ve psikologlar, sosyolojik açıklamaları eleştirerek, Neden şu kişi değil de, bu kişi intihar ediyor? sorusuna kişilerin psikolojik yapılarına inerek cevap aramışlardır. Bu tür görüşler birçok yönden eksiklik göstermelerine rağmen, yine de intiharın nedenlerini açıklayabilmede önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Psikiyatri ve psikolojinin nerede ayrıldıkları, bu iki bilimin farklılığı tam olarak belirlenememektedir. Birbiri içine geçen bu tür görüşleri ayırabilmek güç olduğu için iki bilim dalının görüşleri de tek bir başlık altında toplanmıştır. Önce kısaca psikiyatrinin bakış açısına değinilecek ve daha sonra ise psikoloji alanında geçerlilikleri hala tartışma konusu olan bazı teoriler üzerinde durulacaktır.
Psikiyatrinin intihar olgusu karşısındaki tutumu oldukça ilginçtir. Bu tutum, çok uzun bir süre boyunca intihar problemini herhangi bir akıl hastalığı teşhisi koyarak halletme gibi kestirme olmuştur.
Ruhsal bozukluğu olan hastalarda kendi canlarına kıyma olaylarına oldukça sık rastlanır. Bu verilerden hareket eden psikiyatristler her intihar olayına bir akıl hastalığı damgası vurmak ve sorunu akıl hastahanelerinin içerisinde halletme eğiliminde olmuşlardır. Oysa, istatistikler delilikle intihar arasında zorunlu bir bağ olmadığını, ikisinin de frekanslarının hiç uyuşmayan değişiklikler gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Bazı akıl hastalarının bilinçsizce canlarına kıymalarını intihar olarak ele alamayacağımız gerçeği bir yana; günlük hayatta normal olarak kabul edilen kişilerin intihar oranları yanında, akıl hastalarının sözde intihar oranı önemsenmeyecek kadar küçük bir yüzde teşkil etmektedir.
Günümüzde bile psikiyari bu eğilimini korumaktadır. İntihar eden bir kişi amok sendromu, histerik kişilik, affektif psikoz, psikotik depresif ve manik depresif psikoz, yaşdönümü depresyonu vb. gibi hastalıklardan birine sokulmaktadır. Bunların gerçeklik payları olduğu inkar edilemez; ancak bu kişilik yapılarının oluşmasında kişinin ailesinin, çevresinin ve toplumun önemli payı vardır ve bunları dikkate almadan intiharın nedenlerini açıklamak imkansız olmaktadır.
Bourdin ve Esquirol gibi Fransız psikiyatristleri intiharı patolojik bir olay sayarlar. Esquirol’a göre, intihar eden kişi bu davranışı aşırı bir hezeyan halindeyken yapar. Fakat intiharı delilik olarak ele alan bu görüşün ömrü fazla uzun olmamıştır.
Daha sonraki yıllarda intiharı psikopatolojik yoldan açıklamaya çalışan Delmas, sosyolojik teorileri reddederek, intiharda önemli olan noktanın insandaki ölüm isteği ve iradesi olduğunu söyleyerek intihar determinizminin tamamen kişisel bir determinizm olduğunu söylemiştir. Kişi yaşamak mümkünken ölümü seçer demektedir. Sözde intiharları bir yana bırakan Delmas’a göre gerçek intiharın nedeni üç değişik halde belirir:
1. Çöküntü halleri ya da melankoli nöbetleri,
2. Kronik, devamlı çöküntü halleri ya da yapıdan ileri gelen çöküntü halleri,
3. Yapıdan ileri gelen aşırı heyecanlılıktaki son dönemler.
Delmas’a göre intiharlarda %90 oranında kronik çöküntü halleri yahut yapıdan ileri gelen çöküntü halleri neden olmaktadır. Sıkıntı (anxiete) halinin bir dereceden sonra intihar için yeter sebep olduğunu ileri süren Delmas, dış nedenlere ve sosyal faktörlere aşırı heyecan hallerinde bir şok etkisi yapmasıyla intihara neden olduğu ölçüde önem verir. Başlangıçta intiharı tamamıyla psikolojik açıdan incelemeye çalışan Delmas, sonunda bu işi tümüyle yapıya bağlar; biyolojik bir sorun haline getirir. Delmas’ın teorisi sonradan birçokları tarafından eleştirilmiştir; ancak onun en önemli katkısı gerçek intiharı diğer türlerinden ayırması olmuştur.
Psikoloji alanında intihar konusu ile yakından ilgilenen teoriler, daha çok psikanalätik teorilerdir. Bu teorilerin öncüsü ve en çok tanınanı Freud’un teorisidir. Freud intiharın tam bir açıklamasının hiçbir yolla yapılamayacağını belirtir. Bundan dolayı, Freud ve onu takip edenler, sadece intihara zemin hazırlayan psişik durumları ortaya koymaya çalışmışlardır.
Freud intiharı saldırganlık olarak ele alır. Çöküntü halinin dinamiklerini ortaya çıkarmak amacıyla intiharın açıklamasını denemiştir. Freud’a göre kişilik üç tabakadan oluşur:
İd kişiliğin temel sistemidir; kalıtımsal olarak gelen, içgüdüleri de içeren ve doğuştan varolan psikolojik gizilgüçlerin tümüdür. Enerjisini bedensel süreçlerden alan id, fazla enerji birikimine katlanmaz. Böyle bir durum ortaya çıkarsa organizmada gerilim yaratır. Cinsiyet, kendini koruma, saldırganlık gibi içgüdülerin de bulunduğu id’e, Freud “gerçek ruhsal varlık” demiştir. Ego ve süperego id’den ayrılarak gelişir. Ego, psişenin en önemli kısmıdır, çocuklukta yavaş yavaş idden ayrılarak gelişir ve kişiliği oluşturur. Dış dünya ile ilişki kuran, bilince gelen duyuşları, izlenimleri birbirlerine bağlayan bu kısımdır. Süperego ise, çocuğa anababası tarafından aktarılan, ödül ve ceza uygulamalarıyla pekiştirilen geleneksel değerlerin temsilcisidir. Egodan ayrılan bu kısım, id ve egoyu kendi istediği düzene yöneltme eğilimindedir. Süperego sadece terbiye edenlerin damgasını taşımakla kalmaz, ayrıca sosyal ve kollektif bir özü de vardır.
Normal bir insanda kişiliğin bu üç öğesi birlikte, düzen içinde işler; ego bu düzenlemeyi sağlar. İç çatışmaysa bu üç öğenin arasında bir çatışma olmasıdır. İdin arzularına karşı koyan ego bir yandan da süperegoya uymak ve ona hesap vermek zorundadır. Yani, bir yandan idin isteklerine uyarak baştan çıkarılmak, öte yandan süperegonun ahlâk kurallarıyla tehdit edilmiş olmak her insanda bir iç çatışma yaratabilir. Eğer kişi normalse çatışma bilinçte olur ve ego durumu kontrol edebilir. Eğer çatışma bilinç dışında oluyorsa, durum egonun kontrolünden çıkar ve nevroz başgösterir.
Tehlike karşısındaki iç çatışmada bazen tehlike gerçektir ve kişinin dışındadır. Böyle bir tehlike karşısında insanın içinde bir atılım belirir; kendini savunmayı dener. Tehlike gerçek bir engelden geliyorsa, insa saldırıcı kuvvetlerini bu tehlikeye karşı çevirir ya da ondan kaçma yolunu tutar. Ancak, savunma olanaksızsa ve bertaraf edemeyeceği bir tehlikeyle karşı karşıyaysa, acıdan kurtulmanın başka bir yolu olmadığını görünce bilerek, isteyerek kendini öldürebilir.
Bir tehlike karşısında bütün canlılar gibi, insanın da yapacağı şey kendini korumak ya da tehlikeden kaçmaktır. Bu kaçma iki şekilde olur: biri tehlikeden uzaklaşarak kaçmak, diğeri ise kendini tehlikenin içine atarak. Nevrozlu bir kişi ise tehlikeyi açıkça göremez ve yorumlayamaz. İki zıt kutup arasında bocalar ve zıt isteklerden istemediğine doğru sürüklenir. Böylece ölüm, yani intihar meydana gelir. Ölüm korkusundan azap duyan ve çaresiz hastalıklara yakalananların, bu korkudan kurtulmak için kendilerini öldürdükleri gibi.
Freud, “gerçek ruhsal varlık” dediği id üzerinde görüşlerini yoğunlaştırır. Ona göre her organizmada cinsiyet ve kendini koruma içgüdülerinden oluşan “yaşam içgüdüsü” ve buna karşılık da “ölüm içgüdüsü” vardır. Her organizmada biri yapıc diğeri yıkıcı olmak üzere iki faaliyet vardır. “Yaşamın düşünülmeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemiyeceğimiz bir biçimde cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, varsayımımıza göre amacı, yaşamı bir kez daha yokederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde varsayımımızdaki kendini yıkma dürtüsünü de bulursak, o zaman bu dürtüyü her türlü canlı sürecin içinde bulunan ölüm içgüdüsünün belirtisi olarak kabul edebiliriz.”.
Buna göre, cansız maddeden gelen hayat, yine cansız organik olmayan maddeye dönme eğilimi gösterir; ki buna Freud, ölüm içgüdüleri adını vermiştir.
Freud’a göre, yaşama ve ölüm içgüdüleri devamlı olarak birbirleriyle savaşırlar. “İnsan ölüm ve yaşam içgüdülerinin birbirlerine karşı savaştıkları bir alandan öte bir şey değildir.”. Bu iki farklı içgüdü her insanda bulunur.
Ölüm içdüdüsünün en önemli türevi saldırganlık içgüdüsüdür. Freud’a göre bu, insanın kendine yönelik olan yıkıcı eğilimlerinden kaynaklanır. Çoğu insanda bu içgüdü yaşam içgüdüsü tarafından engellenir. Bu iki içgüdü birbiri tarafından engellendiği gibi, birbirlerinin yerine de geçebilirler. Sevgi nefretin, nefret sevginin yerini alabilir. Kişi sevdiği şeyden nefret edebilir. Onu özdeşleştirdiği için kendini yokederek onu da yokedeceğine inanır.
Freud daha çok içgüdülerle ilgilendiği için, daha sonra birçok takipçisi tarafından eleştirilmiştir. Gerçekten de, biyolojik ögelere gerekenden çok önem veren Freud, sosyal faktörleri hiç dikkate almamaktadır. Oysa, insanı diğer canlılardan farklı kılan en büyük özelliği, onun psikososyal bir varlık olmasıdır.
Erich Fromm, Freud’daki yaşam ve ölüm içgüdülerine benzer bir şekilde, “yaşam sevgisi” ve "ölüm sevgisi”nden sözeder. Bunlardan hangisinin ağır basarak insan davranışını belirlediğini araştırır. Ona göre, yaşam ve ölüm severlik, Freud’un dediği gibi doğuştan kazanılmış ve yokedilemez değildir. İnsanların büyük bir çoğunluğu ölüm sever değildir, ama özellikle bunalım dönemlerinde umutsuz ölüm severlerden etkilenirler.
Katlanılmayan bir duygudan kurtulma zorunluluğu o derece kuvvetlidir ki, kişi uydurma bir çözüm yolunun dışında bir çözüm yolu bulmayı başaramamaktadır. “Eğer başka kişiler herhangi bir sebeple bir kişinin tahripkârlık objesi olamıyorlarsa, o kişinin kendi benliği derhal tahripkârlık objesi haline gelivermektedir. Bu belli dereceye ulaştığında intihara bile girişim edilmektedir.”
Marx’ın yabancılaşma kuramından etkilenen Fromm’a göre, insan kendini etkin bir şekilde diğer kişilere ve doğaya bağlayamazsa kendini yitirir, güdüleri de insan niteliğinden çıkar; sakatlanmış bir yaratık olur.
Fromm’a göre batı toplumlarındaki intiharların çokluğu, sürüye uyumdaki başarısızlığın nisbi belirtisidir. İnsanoğlu hem ilerlemeyi hem de mutluluğu birarada gerçekteştiremez diyen Fromm, gelecekte intiharların artacağını vurgulamakta, ancak belli ölçüde de kaderciliğe varmaktadır.
Bir diğer ünlü psikanalist de Karl Menninger’dir. Menninger daha çok Freud’un temel fikirlerinin ayrıntılarını açıklamaya girişmiştir.
Menninger’e göre intiharın üç bileşeni vardır ve bunların hepsi her intihar olayında değişen oranlarda yeralırlar:
1) Öldürmek İstemek: Saldırı, suçlama, ayıplama, imha,
2) Öldürülmüş Olmak İstemek: İtaat, mazoşizm, kendini ayıplama, kendini suçlama,
3) Ölmek İstemek: Umutsuzluk, korku, yorgunluk,
İntiharda öncelikle adam öldürme istekleri belirir. Bu, ya kendisi ya da başkası hakkında açık bir şekil alabilir. İntihar eden kişi bu istekleri açıktan açığa kendine karşı çevirip, kendini öldürmeye kalkar. Fakat asıl mesele ölümü istemektir, ancak o zaman kişi intiharı başarı ile sonuçlandırabilir.
Menninger’e göre yaşın ilerlemesiyle öldürmek istemek ve öldürülmüş olmak istemek azalır, ölmek istemek ise artar. Genç yaşlarda girişimlerin çoğunluğuna işaret eden Menninger’e göre, bunlar gerçekten ölmek istememektedirler. Bunlarda önemli olan etken insanlararası ilişkilerdir. Yaşlılarda ise gerçek intihar oranının arttığına işaret ederken de, bu yaşlıların ölümü gerçekten istediklerini ve insan-içi güdülerin önemli olduğunu vurgular.
Menninger’in intihar hakkındaki görüşü, özellikle intihar girişimlerinin açıklanmasında önemlidir.
Freud’un çağdaşı olan Alfred Adler intihara kalkışan bireyi, “kendisine zarar verme hayalleri görerek ya da kendine zarar vererek başkalarını inciten insan” olarak tarif eder. Saldırının aslında kimse yönelik olduğu, olaydan en çok kimin üzüldüğünü görmekle kolayca anlaşılabilir. İntiharcı kendini aşırı düşünen insandır, başkalarını az düşünür, yaşamaya ve ölmeye yetenekli değildir.
Adler’e göre -Freud’un aksine- kişiliğin merkezi bilinçtir. İnsan bilinçli bir varlıktır ve davranışlarının nedenlerinin, eksikliklerinin, ulaşmak istediği amaçların neler olduğunun bilincindedir.
İnsan doğanın güçlerine ve hatta bazı hayvan türlerine oranla zayıf bir varlıktır. Dolayısıyla har insanın varoluşunda bir eksiklik duygusu bulunur; bu ise evrenseldir. Bu duygu bireyi güdüleyen bir güç olarak bireyin eyleme geçmesini sağlar.
Adler, “intiharın, ancak yeterli toplumsal ilgisi olmayan bir insanın acil bir sorunla karşılaşması halinde ortaya çıkabileceği”ni belirtiyor. İnsanların toplumsal ilgilerinin sonuna varmaları, zaten tüm başarısızlıkların ortak noktasıdır. Bunlar aşagılık karmaşasının büyğmesinden kaynaklanır. Ona göre aşagılık karmaşası çocuklukta aile içinde oluştuğunu vurgular. İntiharcı tipler çocukluklarında aşırı duyarlı ve şımarık tiplerdir. Güç hayat durumlarıyla karşılaştıklarında, psikolojik acı nedeniyle çökme, yıkılma eğilimleri vardır.
Sainsbury de, Adler gibi, toplumdan kopma duygusunun intiharların oluşumunda en önemli etken olduğu kanısına varmıştır.
Freud’un diğer bir çağdaşı olan Carl Gustav Jung Freud’daki kişisel bilinçdışından daha etkili olduğunu savunduğu “kollektif (ırksal) bilinçdışı” üzerinde ısrarla durur. Kollektif bilinçdışı bazı hallerde id ve egoyu gölgede bırakarak etkili olabilir. Jung’un kollektif bilinçdışı dediği şey ise, insan soyunun yüzyıllar boyu kalıtımsal olarak getirdiği bir yapıdır. Ona göre, belki de her ırkta intiharların görülmesinin nedeni bu olabilir.
İnsanın daima sükuneti araması, ezeli bir ahengi bütün velveleye tercih etmesi, ölüme karşı olan arzusundandır. İnsanlık geliştikçe kişinin saldırıları kendine yönelmektedir. Adam öldürme suçlarının insanlık tarihinin başlangıç devrelerinde çok olmasını ve gittikçe azalmasını, buna karşılık intiharların aksi yönde gelişmesini, Jung kişiliğin ve dolayısıyla kollektif bilincin gelişmesine bağlamaktadır.
Jung’a göre intiharlar aktif veya pasif, planlı veya plansız (dürtülü), ilgi çekmek için veya samimi olabilir. Aktif intihar ölümü planlar; pasif intihar ise kendini ölüm yoluna koyar.
Bahsedilen tüm bu görüşler, kişiliğin belirli bir bölümünü ele alarak, bunun diğer bölümler üzerindeki etkisiyle ilgilenmişler ve sadece kişiye ağırlık vermişlerdir. Oysa kişi toplumda yaşar, toplum tarafından yaratılır, şekillendirilir ve neler yapacağı belirlenir. Bundan dolayı toplumsal faktörleri gözarde eden tüm görüşler belli ölçüde doğru bile olsalar yine de eksik ve yetersiz kalırlar.
Psikiyatri İle İlgili Çeşitli Konular
- Alkol ve Gençler
- Alkoliğe Yardım
- Alkoliğin Genel Özellikleri
- Alkolizm
- Alkolizm Tedavisi
- Cinsellik Kaynaklı Evlilik Sorunları
- Çocuk ve Ergenlerde Psikofarmakoloji
- Deprem Psikolojisi
- Depresyon Tedavisinde Terapi
- Depresyon Testi
- Depresyonunuzun Sebebi Kendiniz Olmayın
- Evlilik Sorunları
- Grup Terapisi
- İntihar
- Nörobiyoloji
- Öfke ve Kontrolü
- Psikiyatrik İlaç Kullanımı
- Psikolojik Savunma Mekanizmaları
- Psikoterapi
- Stresi Yenmek İçin
- Stresle Mücadele
- Streste Önlem